Arkeolojinin başkenti Antalya

 İdris Özyol-  Yani biri dünden bugüne sayısız kültür ve yaşam katmanı oluşturmuş, diğeri ise bu kültür katmanlarından beslenmesi gereken bir sektör. Tabii turizmi sadece deniz, kum, güneş olarak görmüyorsak… Eğer öyle görüyorsak 6 ay turist ağırlanan, diğer 6 ayda da evde yatılan bir tempoya teslim olduk, 12 ay turizmi tatlı bir hayalin ötesine taşıyamıyoruz demektir. Bu tek başına geniş ve halen sonuca ulaştırılmamış bir tartışma konusu. Fakat herhalde işi biraz daha ciddiye almak, dünkü çocuk olan turizmi binlerce yılın kültürel dolgusuyla, birikimiyle buluşturabilmek gerekiyor. Antalya çok az kişinin farkında olduğu, yönetici kadroların, turizmi yönetenlerin, kenti şekillendirenlerin fark etmediği, fark etmek istemediği ya da daha vahimi, çaplarının yetmediği bir zenginliğe sahip. Nedir o? Kaş’tan Gazipaşa’ya kadar uzanan ve kuzeyde İbradı, Akseki, Korkuteli, Elmalı topraklarına yayılan bu coğrafya da 450 civarında antik kent, irili ufaklı yerleşim, toprağın, ağacın, dağın, tepenin arasına gizlenmiş bir dolu eski çağ çiftliği var. Korunmadıkları için defineciler, kaçak kazıcılar tarafından yağmalanıp duruyorlar. Duvar yazıtları, kaya mezarları, lahitler dinamitlerle patlatılıyor, kentler, tarihi yapılar, höyükler köstebek yuvası gibi didikleniyor. Gidin dolaşın kıyıda köşede kalmış antik kalıntıları, utanırsınız…

 Yağmalanan antik kentler

 Antalya bu 450 civarında antik yerleşimle aslında arkeolojinin de başkenti. Patara, Perge, Aspendos, Phaselis, Olympos, Termessos filan zaten herkesin malumu… Değerlerini tartışmaya bile gerek yok. Fakat bunlar buzdağının görünen yüzü… Hiç ummadığınız yerlerinden tarih fışkıran bir kentte yaşıyoruz. Bir çok kişinin farkında bile olmadığı bir örnek vereyim: Güllük Caddesi’nin bitimini Cumhuriyet Meydanı’na bağlayan Kadın Yarı’ndaki köprünün altında bir Roma köprüsü yatıyor. Yıkık dökük de değil üstelik, sadece sonradan yapılan asfalt köprünün altında kaldığı için farkında olmadan üstünden geçip gidiyoruz. AKM’de etkinlikler oluyor, festivaller, seminerler düzenleniyor, insanlar ön kapıdan girip çıkıyorlar. O yapının arkasına geçseniz antik Roma yolunun bir parçası karşılayacak sizi. Binlerce benzer örnek verebiliriz. Bunlar hemen burnumuzun ucundaki detaylar. Peki bu zenginliğin farkında mıyız? Fazla değil… Patara yılı, Perge yılı gibi organizasyonlarla bir farkındalık yaratıldı elbette, fakat bu kentte bir seferberliğe, bilince, farkındalığa, kolektif bir çabaya dönüşemedi. Arkeoloji bir tarafta duruyor, Antalya diğer tarafta… Antik kentlerin büyük çoğunluğu kaderine terk edilmiş durumda… Sürekli yağmalanıyorlar ve herhangi bir önlem yok. Elinde düdükle bir bekçi bile dikemiyoruz henüz başlarına. Yolları patika, insanlar gezmeye gitseler yerini bulamıyorlar, araç kalkmıyor çoğuna, tabela yok, bilgi yok… Antalya sağır, kör…

 Çılgın Mary’nin dikilitaşı

 Bir süredir Akdeniz Üniversitesi Arkeoloji öğrencileriyle antik kentleri dolaşmaya çalışıyoruz. Bazı belediyeler, belediye başkanları sağ olsunlar destek veriyorlar bu çabamıza. O unutulmuşları, kenara itilmişlikleri, kaderine terk edilmişlikleri içindeki kentleri geziyoruz, görüyoruz, taşları okuyup, sütunları öğrenmeye çalışıyoruz. Bir yanımızda öğrenmenin coşkusu, ama diğer yanımız acıyor. Bilgili, bilinçli, eğitimli, hevesli, heyecanlı arkeologları, kentlileri, insanları bekliyor bu uyuyan tarih. Fakat öncelikle yetkilileri, yöneticileri, yani devleti bekliyor. Sahip çıkmakta ne kadar gecikirsek o kadar yok olacak. Bu devasa zenginliğin, bu katmanların üstünde oturan Antalya, turizme kazandıramıyor bunları. Örneğin İngiltere, arkeolojik zenginliği sınırlı o ülke, ellerindeki megalit denilen irili ufaklı dikilitaşları dünya ölçeğinde pazarlıyor. Girin internete bilmem ne kasabasındaki bir metrelik Çılgın Mary dikilitaşına nasıl ulaşacağınızı, hangi otellerde kalabileceğiniz, kaça yemek yiyeceğiniz öğreniyorsunuz. Bizde ise hemen arka bahçemizde duran bir dolu antik kentle ilgili sağlıklı bilgiye ulaşmak bile mümkün değil. Kelbessos’a gidin, eğer yanınızda bilen birileri yoksa saatlerce ararsınız. Ne bir tabela, ne bir bekçi, ne de ufacık bir düzenleme… Antalya’nın en çok yağmalanan antik kentlerinden biri olarak duruyor işte dağların üstünde, bir geçidin yanı başında. 

 Antalya bir gün fark edecek

 Aslında bütün bunları anlatmışken bir dizi teşekküre de fırsat çıktı. Belediyenin ve halkın çabasıyla müthiş değişen, adeta yeniden doğan Side’yi görmemizi sağlayan Manavgat Belediye Başkanı Şükrü Sözen’e, Patara’da bizleri ağırlayan Kaş Belediye Başkanı Mutlu Ulutaş’a, Rhodiapolis antik kentinde ağırlayan Kumluca Belediye Başkanı Mustafa Köleoğlu’na, Lymira ve Arykanda’ya ulaştıran Finike Belediye Başkanı Mustafa Geyikçi’ye, Lyrboton Kome’yi bizimle buluşturan Kepez Belediye Başkanı Hakan Tütüncü’ye, Kelbessos ve Sinan Değirmeni’yle tanışmamızı sağlayan Konyaaltı Belediye Başkanı Semih Esen’e teşekkür ediyorum. Karain Mağarası, Kırkgöz Han ve Klimax geçidinde bizi ağırlayan Döşemealtı Has Yörükler Derneği ve gazeteci dostumuz Teslime Tosun’a da arkeoloji adına teşekkürler. Bütün bu gezilerde emeği olan, imdadımıza yetişen, koşturan, çaba harcayan, olmazı olur hale getiren belediye emekçilerine, şoförlere, siyasetçilere, dostlarımıza, arkadaşlarımıza da çok çok teşekkür. Yarının arkeologları, o toprakları kazacak, o kentleri ortaya çıkartacak gençler bu katkılarınızı asla unutmayacak. Ve elbet bir gün, çok uzak olmayan bir gün Antalya bu zenginliğini tanıyacak, sahip çıkacak, toz kondurmayacak. İşte o zaman turizm daha katmanlı bir hale gelecek, içerik kazanacak. ‘Nar’ anlamına gelen Side’yle bugünün nar üreticisi barışacak. Tarım on bin yıllık geçmişine titreyecek, onun da bir ürün, bir zenginlik, bir servet olduğunu anlayacak.