Gazetecilikten beraat ettim

 

Kaleiçi’nde bekçi festivali

Yolumuzu çeviren 5 bekçiye itiraz ettiğimizde bekçilerin kimlik sorma yetkisi yoktu. Silah da taşıyamıyorlardı. O günlerde bunları ‘beşi bir yerde’ şeklinde Kaleiçi’ne filan salıp, yerli, yabancı herkese kimlik kontrolü yaptırıyorlardı. Çevirdikleri yabancı turistlere çat pat İngilizceyle kimlik sorduklarına bile tanık oldum. Düşünün yani; bir tane fazladan turist için elli takla atıyoruz, üstelik o turist Kaleiçi’ne gelsin diye festivaller filan yapıyoruz, fakat işgüzar bir emniyetçinin talimatıyla bekçiler turist yolu kesip pasaport istiyor. Bir tane turist dirense, meseleyi büyütse alın size uluslararası skandal. Bekçilerin yasadışı bir şekilde kimlik sorma olayları ve buna karşı tepkiler artınca 1 yıl önce kanun çıkartıp işi kitabına uydurdular. Eğer bizim gibi insanlar tepki göstermeseydi, ‘ben yaptım oldu’ mantığıyla işe alınan ve piyasaya salınan bekçiler hiçbir yetkileri olmadığı halde kimlik sormaya devam edeceklerdi. Kimse de gıkını çıkarmadığı için düzen, yasadışı bir şekilde işlemeye devam edecekti.

‘Yazı yazmak’ tehdit suçu

İşin diğer boyutu ise en az bunun kadar, hatta daha da vahim: Gazetecinin kendini tanıtıp “bunları yazacağım” demesi tehdit olarak kabul ediliyor ve hapis cezası kesiliyor. Ceza temyizden dönmüş olsa bile; bir gazetecinin asli işi olan ‘yazmanın’ tehdit olarak görülmesi ve cezalandırılması en hafif ifadeyle, iç acıtıcı… Hem basın özgürlüğünün ne kadar gerilediğini, hem de adalet mekanizmasının ne denli bozulduğunu gösteriyor. Artık gazetecilerin ‘yazma’ faaliyetini, ‘bunu yazacağım’ sözünü, yani asıl işini bir suç olarak gören savcılar, hakimler var bu ülkede. Tabii hala hukuka, adalete bağlı, görevini düzgün şekilde yapmaya çalışan vicdan sahibi hakimler de görev başında. Endişemiz de, bu gerçek hakimlerin, savcıların sayısı ve adil bir şekilde görev yapmaya daha ne kadar devam edebilecekleri…

‘Dünyanın en tuhaf mahluku’

Mesele keşke bu kadarla sınırlı olsa… Devletin tepesinden başlayarak toplumun kılcal damarlarına kadar yayılan bir dejenerasyon içindeyiz. Basın özgürlüğü, ifade özgürlüğü, temel insan hakları, dördüncü kuvvet medya, bağımsız yargı, hukuk devleti, anayasal güvence, demokrasi, yani özetle memleket sokaklarında elini kolunu sallayarak dolaşma hürriyeti boğulmuş, nefessiz bırakılmış halde. Daha da kötüsü, insana ilişkin bütün bu haklar elinden alınırken, açlığa, sadakaya muhtaç hale getirilirken vatandaşın büyük bir kısmının buna alkış tutması… Asgari ücreti bile iktidarın bir lütfu olarak algılayan bu bilinçsiz kitle, hakkından, hukukundan habersiz bu yığınlar, kendini onurlu bir vatandaş olarak değil de, güdülecek bir güruh olarak gören bu çoğunluk düşman diye bakıyor gözümüzün içine. İktidarın hamasi söylemlerine, vatan, millet nutuklarına aç karınlarının gurultusu eşlik ediyor oysaki… Tam da burada Nazım gibi konuşmak lazım: “Koyun gibisin kardeşim / gocuklu celep kaldırınca sopasını / sürüye katılıverirsin hemen / ve âdeta mağrur, koşarsın salhaneye / (…) / Ve bu dünyada, bu zulüm / senin sayende / Ve açsak, yorgunsak, alkan içindeysek eğer / ve hâlâ şarabımızı vermek için üzüm gibi eziliyorsak / kabahat senin”… Neyse, ben bütün bu kuru gürültüye, bütün bu ‘astığım astık, kestiğim kestik’ pozlarına rağmen kimliğimi uzatmadım Hızır paşalara… Sen de bu hukuksuzluğa kurban olma diye canım kardeşim…