Hız, aklımızı başımızdan aldı. Moğol süvarileri gibi dört bir yana saldırdık .gidemediğimiz yer bizim değildi. Her yer bizim olsun istedik, her yere gittik. Dönüşü hesap etmedik. Döndüğümüzde dönecek yer bulamadık.
Hayat; yola çıkmatı düşleyebildiğimiz her daim dönebildiğimiz yerlerle anlamlıydı bilemedik. Behçet Necatigil: “Ben uzaklarda olmalıyım / Çok uzaklarda / Acılar unutulduktan sonra dönmeliyim.” diyordu. Uzaklarımız olmalıydı, alıp başımızı gidebileceğimiz. Ve acılar yüreğimize oturduğunda uzakları düşleyebildiğimiz; uzaklar uzayınca dönebildiğimiz, yakınlarımız olmalıydı.
Uzakları yakın eyledik, uzaklara düştük. Hızlı trenler, cep telefonları daha bir sürü şey uzağı yakın etti. Yollar kısaldı. Her şeye ve herkese , çabucak ulaşır olduk. Madem çabuk ulaşılıyordu, madem ulaşılacak çok şey vardı, hiçbir menzilde çok fazla kalmamalıydık. Çağ, hız çağıydı; oyalanmaya gelmezdi. “Sen bana bakma / Ben, senin baktığın yönde olurum.” diyen Özdemir Asaf’a şöyle cevap verdik: Sen bana bakma / Ben gelir sana bakar ve giderim. Gittik…Hep gittik.
Uzakları yakın eyledik, uzaklara düştük. Aşkın uzağına düştük. Uzağa ulaşmak ne kadar kolaylaştıysa aşka ve iyi şeylere ayrılan aman da o kadar azaldı. Madem uzaklar çok yakındı ve uzaklarda çok aşk vardı, hiçbir aşk da bu kadar oyalanmamalıydı. Ne aşkta oyalandık ne hayatta. Otobüslere, minibüslere, kamyonlara rengarenk yazdık şu sözü: Hızlı yaşa genç öl.
Uzakları yakın eyledik, uzaklara düştük. Uzağımız kalmadı. Uzanacağımız el, uzatacağımız gül kalmadı. Uzaklardan dönemiyoruz, döneceğimiz yer kalmadı.