Hızlı tren

GÜNDEM 24.10.2022 - 10:38, Güncelleme: 24.10.2022 - 10:38
 

Hızlı tren

Hızlı bir trene binmiş gibiydik. Cumhuriyetin ilk yıllarında; savaştan, işgalden çıkmış bir memleketti bizimkisi. Ayağa kaldırmak için yavaş yavaş, ihtiyatla, sağımıza/ solumuza, önümüze/ arkamıza baka baka, mütalaa ede ede, düşüne düşüne ilerlerken, “Neden olmasın?” dedik ve önümüzde süratle yol alan hızlı trene atlayıverdik.

1980 darbesi sonrası Özal'lı yıllar en bariziydi, en keskini. Toplum askeri darbenin henüz etkisinden, yaşananların hasarından çıkamamışken, yaralarımız henüz açıkken, şaşkın şaşkın hepimiz artık hızlı trene binmiştik. Bir nevi uyuşturucu etkisi yaşadık. Hızla teknoloji girdi hayatımıza, hızla serbest ekonomi.. Adam Smith’in düsturu düsturdu. “Bırakınız yapsınlar bırakınız geçsinler..” “Laissez- faire, laissez passer’ Yürüyün hadi.. Kulağa ne hoş geliyor, hele ki askeri bir darbeden sonra, ne gaz verici, ne özgürlükçü. Tabii hiç tereddüt etmedik, bir bayram havasıydı  sanki gelen, bu havaya kapıldık. Günün modasıydı, modaya uymak gerekli. Hızlı trendi dedim ya bizim için, bakmadan başına sonuna, öylece koşup yetişmeye çalıştık. İthal kapıları açıldı. Aman Tanrım! Ne çok şey görmemişiz, ne çok eksiğimiz, ihtiyacımız varmış onu anladık. Artık rengarenk  satıcılara, çerçilere gerek yoktu sokaklarda. Pırıl pırıl yeni çerçiler vardı sağda solda. Çağ atlamışlar, mağazalarda yerini almışlar, büyük küçük her şeyi gözümüze sokar olmuşlardı. Yeter mi? Yetmez... Hani bunları göremeyen bir kesim vardır, ne yapalım hemen her evin içine, insanların burnunun dibine, gözünün içine sokalım. Zaten hızdan uyuşmuş beyinlere  “ Al, Al“ mantığını yerleştirelim. “Bas oğlum gazeteye reklam”,” Aç kızım televizyonda reklamları izleyelim.” Bir de baktık ki bizim dışımızda ne şahane, ne renkli, ne kolay bir dünya varmış. Ağzımızın suyu aka aka, açılan yeni dünyanın kapılarında öylece seyre daldık. Öyle bir hal aldı ki dünya bizim için, zaten darbenin etkisi ile uyuşmuş ve korkmuş, korkutulmuş olduğumuzdan, “ bana dokunmayan yılan bin yaşasın” şiarını benimsedik ve tüketim havuzunun renkli dünyasına daldık. Artık çok da umurumuzda değildi kim gelmiş kim gitmiş,  ülkede, hükümette ne olmuş ne bitmiş. Kesemize dokunduğu kadar bilip yaşamaya başladık. Hiç hissetmeden alttan alta apolitize edildikçe edildik, yaşadığımız dünyayı bir panayıra çevirdik. Güzeldi her şey başta, öncelikle ilgilendiğimiz; Ahmet’ in aldığı yeni araba, Fatma’nın evindeki yeni sehpa ya da makina. Dayanışma, yardımlaşma yerine, bir şeyleri yanlış anladık belki, belki de sistem bunu getirdi, birbirimizle tüketim rekabetine daldık. Para, para, para.. Çalış artık habire evdeki koltuğa, makinaya, sehpaya. Sadece eşyaya mı geçiyor para, değişim değeri ne? Bilemedim işte bunu, sanırım kalmadı sınırı. İlkelerimiz ve değerlerimizi bile sattık para uğruna bedavaya. En büyük hatamızdı aslında, Her şeyi satın alınabilir sanmak. Eşyalar yığdık odalarımıza, Takas ettik onları belki dostlarla. Sevgiyi bile çiçek satın almaya, aşkı pırlantalara bağladık. Evliliği eve arabaya, eşyaya, çocukları geleceğimiz için yatırıma.. Dostlarımızı ayırdık sonra, insanları/ insanlarımızı parasal sınıfladık. Tüm değerlerimizin bir fiyatı oldu yavaş yavaş, anlamadık. Sahi, merak ediyorum, düşünüyorum da; bu arada fark etmeden ya da fark ederek; adaleti, eşitliği, kardeşliği, hakkı, hukuku, dayanışmayı, hoşgörüyü dostluğu, mutluluğu, sevgiyi, aşkı ve en önemlisi insanlığımızı hangi pazar tezgahlarında ve ne karşılığı, ne kadara sattık? Değdi mi acaba? Bedavaya mı verdik yoksa? Karşılığında çok daha iyi bir şeyler mi aldık?
Hızlı bir trene binmiş gibiydik. Cumhuriyetin ilk yıllarında; savaştan, işgalden çıkmış bir memleketti bizimkisi. Ayağa kaldırmak için yavaş yavaş, ihtiyatla, sağımıza/ solumuza, önümüze/ arkamıza baka baka, mütalaa ede ede, düşüne düşüne ilerlerken, “Neden olmasın?” dedik ve önümüzde süratle yol alan hızlı trene atlayıverdik.

1980 darbesi sonrası Özal'lı yıllar en bariziydi, en keskini. Toplum askeri darbenin henüz etkisinden, yaşananların hasarından çıkamamışken, yaralarımız henüz açıkken, şaşkın şaşkın hepimiz artık hızlı trene binmiştik. Bir nevi uyuşturucu etkisi yaşadık.

Hızla teknoloji girdi hayatımıza, hızla serbest ekonomi..

Adam Smith’in düsturu düsturdu.

“Bırakınız yapsınlar bırakınız geçsinler..”

“Laissez- faire, laissez passer’

Yürüyün hadi..

Kulağa ne hoş geliyor, hele ki askeri bir darbeden sonra, ne gaz verici, ne özgürlükçü.

Tabii hiç tereddüt etmedik, bir bayram havasıydı  sanki gelen, bu havaya kapıldık.

Günün modasıydı, modaya uymak gerekli.

Hızlı trendi dedim ya bizim için, bakmadan başına sonuna, öylece koşup yetişmeye çalıştık.

İthal kapıları açıldı. Aman Tanrım! Ne çok şey görmemişiz, ne çok eksiğimiz, ihtiyacımız varmış onu anladık.

Artık rengarenk  satıcılara, çerçilere gerek yoktu sokaklarda. Pırıl pırıl yeni çerçiler vardı sağda solda. Çağ atlamışlar, mağazalarda yerini almışlar, büyük küçük her şeyi gözümüze sokar olmuşlardı. Yeter mi? Yetmez...

Hani bunları göremeyen bir kesim vardır, ne yapalım hemen her evin içine, insanların burnunun dibine, gözünün içine sokalım. Zaten hızdan uyuşmuş beyinlere  “ Al, Al“ mantığını yerleştirelim.

“Bas oğlum gazeteye reklam”,” Aç kızım televizyonda reklamları izleyelim.”

Bir de baktık ki bizim dışımızda ne şahane, ne renkli, ne kolay bir dünya varmış.

Ağzımızın suyu aka aka, açılan yeni dünyanın kapılarında öylece seyre daldık.

Öyle bir hal aldı ki dünya bizim için, zaten darbenin etkisi ile uyuşmuş ve korkmuş, korkutulmuş olduğumuzdan, “ bana dokunmayan yılan bin yaşasın” şiarını benimsedik ve tüketim havuzunun renkli dünyasına daldık. Artık çok da umurumuzda değildi kim gelmiş kim gitmiş,  ülkede, hükümette ne olmuş ne bitmiş. Kesemize dokunduğu kadar bilip yaşamaya başladık.

Hiç hissetmeden alttan alta apolitize edildikçe edildik, yaşadığımız dünyayı bir panayıra çevirdik.

Güzeldi her şey başta, öncelikle ilgilendiğimiz; Ahmet’ in aldığı yeni araba, Fatma’nın evindeki yeni sehpa ya da makina. Dayanışma, yardımlaşma yerine, bir şeyleri yanlış anladık belki, belki de sistem bunu getirdi, birbirimizle tüketim rekabetine daldık.

Para, para, para..

Çalış artık habire evdeki koltuğa, makinaya, sehpaya.

Sadece eşyaya mı geçiyor para, değişim değeri ne?

Bilemedim işte bunu, sanırım kalmadı sınırı.

İlkelerimiz ve değerlerimizi bile sattık para uğruna bedavaya.

En büyük hatamızdı aslında,

Her şeyi satın alınabilir sanmak.

Eşyalar yığdık odalarımıza,

Takas ettik onları belki dostlarla.

Sevgiyi bile çiçek satın almaya, aşkı pırlantalara bağladık.

Evliliği eve arabaya, eşyaya,

çocukları geleceğimiz için yatırıma..

Dostlarımızı ayırdık sonra, insanları/ insanlarımızı parasal sınıfladık.

Tüm değerlerimizin bir fiyatı oldu yavaş yavaş, anlamadık.

Sahi, merak ediyorum, düşünüyorum da;

bu arada fark etmeden ya da fark ederek;

adaleti, eşitliği, kardeşliği, hakkı, hukuku, dayanışmayı, hoşgörüyü

dostluğu, mutluluğu, sevgiyi, aşkı ve en önemlisi insanlığımızı hangi pazar tezgahlarında ve ne karşılığı, ne kadara sattık?

Değdi mi acaba? Bedavaya mı verdik yoksa?

Karşılığında çok daha iyi bir şeyler mi aldık?

Habere ifade bırak !
Habere ait etiket tanımlanmamış.
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve haberimizvar.net sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.