Gazap üzümleri ya da içimizdeki faşist

GÜNDEM 29.07.2021 - 10:00, Güncelleme: 29.07.2021 - 10:52
 

Gazap üzümleri ya da içimizdeki faşist

Filmlerden, kitaplardan bildiğimiz 1929 bunalımı, Steinbeck’in Gazap Üzümleri romanıyla ete kemiğe bürünür, sanki hemen önümüzde, elimizle dokunabileceğimiz, müdahale edebileceğimiz yakınlıkta yaşanır. Bankalar ve tüccarlar tarafından aldatılan, arazileri ellerinden alınan, insanların kuraklık, yoksulluk, zorbalık ve açlık yüzünden evlerini terk ederek bereketli topraklara göçmesini anlatır Gazap Üzümleri. 1930’lu yıllarda 3 milyon insanın Amerika’nın doğusundan en batısına, Kaliforniya’ya yaptığı gazap ve çile yüklü ağır bir yolculuktur bu.

İdris Özyol- Filmlerden, kitaplardan bildiğimiz 1929 bunalımı, Steinbeck’in Gazap Üzümleri romanıyla ete kemiğe bürünür, sanki hemen önümüzde, elimizle dokunabileceğimiz, müdahale edebileceğimiz yakınlıkta yaşanır. Bankalar ve tüccarlar tarafından aldatılan, arazileri ellerinden alınan, insanların kuraklık, yoksulluk, zorbalık ve açlık yüzünden evlerini terk ederek bereketli topraklara göçmesini anlatır Gazap Üzümleri. 1930’lu yıllarda 3 milyon insanın Amerika’nın doğusundan en batısına, Kaliforniya’ya yaptığı gazap ve çile yüklü ağır bir yolculuktur bu. Kaliforniya bütün hayalleri kadar güzeldir onlar için, güneş kadar büyük, yusyuvarlak, canlı, bereketli portakalları vardır, toplamakla bitmez. Çok iş, ekmek ve para vardır Kaliforniya’da. Sıcaktır, yemyeşildir, cennet gibidir. Daha önce Meksikalıların yaşadığı bu coğrafya onları yumuşattığı için, yeni topraklar peşindeki Amerikalılar tarafından rahatça ele geçirilmiştir. Kaliforniya’yı Meksikalıların elinden alıp yerleşen bu ilk kuşak Amerikalılar da iklim, coğrafya ve bereketli toprakların etkisiyle gevşedikleri, rahata alıştıkları, konfora gömüldükleri için, doğudan gelen bu 3 milyon yersiz, yurtsuz, işsiz güçsüz insanı istemezler. Kaliforniya’ya yaklaşan göç katarlarına, insan taşıyan araçlara acımasızca saldırır, geri dönmeleri için döver, hatta öldürürler. Bilirler ki gelenlerin kaybedeceği hiçbir şey yoktur, o yüzden canhıraş şekilde tutunacaklardır işe, güce, hayata; kendilerinin ise kaybedecek çok şeyi vardır, öncelikle de konforlu hayatları, huzurlu evleri, geniş ve bereketli toprakları, portakal bahçeleri…   Sağcının sağcıyla kavgası   Ülkemizde de son yıllarda bir ‘Gazap Üzümleri’ atmosferi yaşanıyor. Aslında Anadolu tarih boyunca hem bir geçiş yolu olmuş, hem de nüfus yapısı sürekli değişmiş bir coğrafyadır. Henüz canlılığını sürdüren yakın tarihte de Balkan Savaşları ve Birinci Dünya Savaşı’yla başlayan, Cumhuriyet tarihi boyunca belli aralıklarla yaşanan göçlerle coğrafyamız şekillenmeye devam etti. Bu nüfus hareketi devletin resmi ideolojisi olan ‘Türklük Sözleşmesi’ne uygun ‘soydaş’ göçleriydi. Fakat üzerinden yıllar da geçse, gelenler bu topraklara kök de salsa, muhacir hep ‘muhacir’ olarak kaldı. Önce gelenin sonra gelene alerjisidir bu. 90’lı yıllardan itibaren ise Anadolu farklı bir göç dalgasının adresi oldu. Bu göçleri topluma ‘soydaş’ diye entegre etmek mümkün olmadığı için ‘dindaş’ argümanı ortaya sürüldü. Bir yandan ‘yerli ve milli’ söylemleriyle Türklük Sözleşmesi ayakta tutulmaya çalışılırken, sağ iktidarların oy deposu olan kitleye de ‘gelenler din kardeşimiz’ diye ideoloji pompalandı. Fakat gelinen noktada işler çığırından çıkmışa benziyor. Türk-İslam sentezi krizde. Bir süredir yaşanan mülteci tartışmaları aslında sağcının sağcıyla kavgasıdır. Sentezin iki unsuru olan Türk milliyetçisiyle İslam ümmetçisi arasındaki kriz giderek büyüyecek ve ülke bambaşka mecralara taşınacaktır.   Kimsenin çözüm önerisi yok   Bugün, ne başta Suriyeliler olmak üzere göçmen kitlelerine tepki gösterenlerin, ne de “Türk milleti büyük bir millettir, merhamet ve feraset sahibidir, kendine sığınana kucak açar” diyenlerin ortaya koyduğu bir çözüm önerisi yok. Sadece tepkiler ya da hamaset üzerinden yürütülen bir tartışmanın ortasındayız. Son olarak CHP’li Bolu Belediye Başkanı’nın ırkçı çıkışıyla zirveye ulaşan göçmen tartışması, demokrat, sosyal demokrat, hatta sosyalist görünümlü bazı insanları bile kazıdığınızda altından ‘faşist’ çıktığını göstermiş oldu. Söz konusu belediye başkanının bir de hukukçu olduğunu dikkate alırsanız, ırkçılığın ne kadar vahim bir noktaya geldiği daha acı bir şekilde anlaşılacaktır. Görevi dil, din, inanç, cinsiyet, renk farkı olmadan bütün insanlar için adalet istemek olan, cübbesini giyip hakimin, kürsünün, sistemin, devletin karşısına bu misyonla çıkması beklenen birinin ‘yabancı’ya, ‘öteki’ne 10 kat fazla fatura ödetmeye kalkması, ‘gitsinler buradan, istemiyoruz’ diye çığırması için sadece ‘ayıp’ denilemez. Bu bir insanlık suçudur.    Israrla hatırlatmak gerekiyor   At izinin it izine karıştığı bir zaman diliminde ısrarla ve ısrarla, bıkmadan usanmadan, tekrardan, defalarca, yılmadan, üşenmeden, her seferinde en başa dönme bahasına da olsa temel kavramları, en basit insani değerleri hatırlatmak gerekiyor. Bir solcu, bir devrimci, hadi bunları geçelim, çağdaş bir insan hiçbir halkı, hiçbir dili, hiçbir rengi, hiçbir cinsiyeti, hiçbir yaşam biçimini diğerinden üstün, ayrıcalıklı olarak görmez. Herkese eşit yaklaşır. Her insan güvenli ve huzurlu bir şekilde yaşama, ekonomik özgürlük, emeğinin karşılığını alma, hukuk karşısında eşitlik, eğitim, sağlık, elektrik, su, ekmek hakkına sahiptir. Devlet bu hakların şemsiyesidir. Bunları sağlamak için oluşturulmuş toplum sözleşmesinin üstünde yükselir. Bir arada yaşamaya olan gereksinimimiz hukuku, o hukukun tarif ettiği görevler de devleti oluşturmuştur. Yani asıl olan insandır, bireydir, onun üretimidir; devlet, siyaset, meclis, yargı, ordu, emniyet, belediye, tapu dairesi, nikah bürosu, mezarlık idaresi filan bu emeğin üzerinde yükselen, varlığını da bu emeğe borçlu olan kurumlardır. En kaba tabirle söylersek; halk emekçidir, devlet memurdur. ‘Devlet’ adı altında memura kutsiyet yükleyip, onların hem maaşını, özlük haklarını, yolluğunu, huzur payını ödeyip, hem de sadık bir tebaa olmamız isteniyor. Saftirik patronu işletip dükkanın kasasına el koymak, patron hesap sorunca da ‘bak kilitlerim seni bodruma’ demek gibi bir şey bu. Bu bilince erişmeden, bu gerçeği görmeden yapılan siyasetin önünde hangi etiket olursa olsun, Bolu Belediye Başkanı örneğinde gördüğümüz gibi, o siyasetçi aslında su katılmamış bir sağcı, yanlış mahallede bir faşist, canlı bomba gibi her an bir yerde patlayacak bir ırkçıdır. Kendimize rağmen, kendi korkularımıza, kendi endişelerimize, kendi güdülerimize rağmen bütün insanlığın yararını, haklarını, hukukunu savunmak, işte gerçek solculuk budur.
Filmlerden, kitaplardan bildiğimiz 1929 bunalımı, Steinbeck’in Gazap Üzümleri romanıyla ete kemiğe bürünür, sanki hemen önümüzde, elimizle dokunabileceğimiz, müdahale edebileceğimiz yakınlıkta yaşanır. Bankalar ve tüccarlar tarafından aldatılan, arazileri ellerinden alınan, insanların kuraklık, yoksulluk, zorbalık ve açlık yüzünden evlerini terk ederek bereketli topraklara göçmesini anlatır Gazap Üzümleri. 1930’lu yıllarda 3 milyon insanın Amerika’nın doğusundan en batısına, Kaliforniya’ya yaptığı gazap ve çile yüklü ağır bir yolculuktur bu.

İdris Özyol- Filmlerden, kitaplardan bildiğimiz 1929 bunalımı, Steinbeck’in Gazap Üzümleri romanıyla ete kemiğe bürünür, sanki hemen önümüzde, elimizle dokunabileceğimiz, müdahale edebileceğimiz yakınlıkta yaşanır. Bankalar ve tüccarlar tarafından aldatılan, arazileri ellerinden alınan, insanların kuraklık, yoksulluk, zorbalık ve açlık yüzünden evlerini terk ederek bereketli topraklara göçmesini anlatır Gazap Üzümleri. 1930’lu yıllarda 3 milyon insanın Amerika’nın doğusundan en batısına, Kaliforniya’ya yaptığı gazap ve çile yüklü ağır bir yolculuktur bu. Kaliforniya bütün hayalleri kadar güzeldir onlar için, güneş kadar büyük, yusyuvarlak, canlı, bereketli portakalları vardır, toplamakla bitmez. Çok iş, ekmek ve para vardır Kaliforniya’da. Sıcaktır, yemyeşildir, cennet gibidir. Daha önce Meksikalıların yaşadığı bu coğrafya onları yumuşattığı için, yeni topraklar peşindeki Amerikalılar tarafından rahatça ele geçirilmiştir. Kaliforniya’yı Meksikalıların elinden alıp yerleşen bu ilk kuşak Amerikalılar da iklim, coğrafya ve bereketli toprakların etkisiyle gevşedikleri, rahata alıştıkları, konfora gömüldükleri için, doğudan gelen bu 3 milyon yersiz, yurtsuz, işsiz güçsüz insanı istemezler. Kaliforniya’ya yaklaşan göç katarlarına, insan taşıyan araçlara acımasızca saldırır, geri dönmeleri için döver, hatta öldürürler. Bilirler ki gelenlerin kaybedeceği hiçbir şey yoktur, o yüzden canhıraş şekilde tutunacaklardır işe, güce, hayata; kendilerinin ise kaybedecek çok şeyi vardır, öncelikle de konforlu hayatları, huzurlu evleri, geniş ve bereketli toprakları, portakal bahçeleri…

 

Sağcının sağcıyla kavgası

 

Ülkemizde de son yıllarda bir ‘Gazap Üzümleri’ atmosferi yaşanıyor. Aslında Anadolu tarih boyunca hem bir geçiş yolu olmuş, hem de nüfus yapısı sürekli değişmiş bir coğrafyadır. Henüz canlılığını sürdüren yakın tarihte de Balkan Savaşları ve Birinci Dünya Savaşı’yla başlayan, Cumhuriyet tarihi boyunca belli aralıklarla yaşanan göçlerle coğrafyamız şekillenmeye devam etti. Bu nüfus hareketi devletin resmi ideolojisi olan ‘Türklük Sözleşmesi’ne uygun ‘soydaş’ göçleriydi. Fakat üzerinden yıllar da geçse, gelenler bu topraklara kök de salsa, muhacir hep ‘muhacir’ olarak kaldı. Önce gelenin sonra gelene alerjisidir bu. 90’lı yıllardan itibaren ise Anadolu farklı bir göç dalgasının adresi oldu. Bu göçleri topluma ‘soydaş’ diye entegre etmek mümkün olmadığı için ‘dindaş’ argümanı ortaya sürüldü. Bir yandan ‘yerli ve milli’ söylemleriyle Türklük Sözleşmesi ayakta tutulmaya çalışılırken, sağ iktidarların oy deposu olan kitleye de ‘gelenler din kardeşimiz’ diye ideoloji pompalandı. Fakat gelinen noktada işler çığırından çıkmışa benziyor. Türk-İslam sentezi krizde. Bir süredir yaşanan mülteci tartışmaları aslında sağcının sağcıyla kavgasıdır. Sentezin iki unsuru olan Türk milliyetçisiyle İslam ümmetçisi arasındaki kriz giderek büyüyecek ve ülke bambaşka mecralara taşınacaktır.

 

Kimsenin çözüm önerisi yok

 

Bugün, ne başta Suriyeliler olmak üzere göçmen kitlelerine tepki gösterenlerin, ne de “Türk milleti büyük bir millettir, merhamet ve feraset sahibidir, kendine sığınana kucak açar” diyenlerin ortaya koyduğu bir çözüm önerisi yok. Sadece tepkiler ya da hamaset üzerinden yürütülen bir tartışmanın ortasındayız. Son olarak CHP’li Bolu Belediye Başkanı’nın ırkçı çıkışıyla zirveye ulaşan göçmen tartışması, demokrat, sosyal demokrat, hatta sosyalist görünümlü bazı insanları bile kazıdığınızda altından ‘faşist’ çıktığını göstermiş oldu. Söz konusu belediye başkanının bir de hukukçu olduğunu dikkate alırsanız, ırkçılığın ne kadar vahim bir noktaya geldiği daha acı bir şekilde anlaşılacaktır. Görevi dil, din, inanç, cinsiyet, renk farkı olmadan bütün insanlar için adalet istemek olan, cübbesini giyip hakimin, kürsünün, sistemin, devletin karşısına bu misyonla çıkması beklenen birinin ‘yabancı’ya, ‘öteki’ne 10 kat fazla fatura ödetmeye kalkması, ‘gitsinler buradan, istemiyoruz’ diye çığırması için sadece ‘ayıp’ denilemez. Bu bir insanlık suçudur. 

 

Israrla hatırlatmak gerekiyor

 

At izinin it izine karıştığı bir zaman diliminde ısrarla ve ısrarla, bıkmadan usanmadan, tekrardan, defalarca, yılmadan, üşenmeden, her seferinde en başa dönme bahasına da olsa temel kavramları, en basit insani değerleri hatırlatmak gerekiyor. Bir solcu, bir devrimci, hadi bunları geçelim, çağdaş bir insan hiçbir halkı, hiçbir dili, hiçbir rengi, hiçbir cinsiyeti, hiçbir yaşam biçimini diğerinden üstün, ayrıcalıklı olarak görmez. Herkese eşit yaklaşır. Her insan güvenli ve huzurlu bir şekilde yaşama, ekonomik özgürlük, emeğinin karşılığını alma, hukuk karşısında eşitlik, eğitim, sağlık, elektrik, su, ekmek hakkına sahiptir. Devlet bu hakların şemsiyesidir. Bunları sağlamak için oluşturulmuş toplum sözleşmesinin üstünde yükselir. Bir arada yaşamaya olan gereksinimimiz hukuku, o hukukun tarif ettiği görevler de devleti oluşturmuştur. Yani asıl olan insandır, bireydir, onun üretimidir; devlet, siyaset, meclis, yargı, ordu, emniyet, belediye, tapu dairesi, nikah bürosu, mezarlık idaresi filan bu emeğin üzerinde yükselen, varlığını da bu emeğe borçlu olan kurumlardır. En kaba tabirle söylersek; halk emekçidir, devlet memurdur. ‘Devlet’ adı altında memura kutsiyet yükleyip, onların hem maaşını, özlük haklarını, yolluğunu, huzur payını ödeyip, hem de sadık bir tebaa olmamız isteniyor. Saftirik patronu işletip dükkanın kasasına el koymak, patron hesap sorunca da ‘bak kilitlerim seni bodruma’ demek gibi bir şey bu. Bu bilince erişmeden, bu gerçeği görmeden yapılan siyasetin önünde hangi etiket olursa olsun, Bolu Belediye Başkanı örneğinde gördüğümüz gibi, o siyasetçi aslında su katılmamış bir sağcı, yanlış mahallede bir faşist, canlı bomba gibi her an bir yerde patlayacak bir ırkçıdır. Kendimize rağmen, kendi korkularımıza, kendi endişelerimize, kendi güdülerimize rağmen bütün insanlığın yararını, haklarını, hukukunu savunmak, işte gerçek solculuk budur.

Habere ifade bırak !
Habere ait etiket tanımlanmamış.
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve haberimizvar.net sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.