Bir Angola rüyası

08.11.2019 - 11:17, Güncelleme: 07.12.2020 - 14:04
 

Bir Angola rüyası

Dünya Turizm Forumu’nun bu yılki etkinliği Afrika ülkesi olan Angola’da yapılacağı belirlendiğinde, tüm ekip ülkeyi araştırmaya başladık. Dili Portekizce olan ve uzun yıllar savaş yaşamış, yer altı kaynakları ve doğal güzellikleri ile Afrika’da yükselmeye başlamış bir ülke olduğunu gördük. Turizminde baş göstermesi ile yeni yatırımlar ve kaynakların gerekliği söz konusu olmuş. Tüm bunların dışında asıl bahsetmek istediğim, aslında geçmişi geleceği değil orada ki yaşadıklarım ve gördüklerim. Dünya Turizm Forumu’nun etkinliğini yapmak üzere İstanbul’dan 30 kişilik bir ekip ile yola çıktık herkes heyecanlıydı ve ülke hakkında konuşmaya başladık. Tüm ekip ilk defa hiç tanıtılmayan bir ülkeye; Angola’ya gidiyorduk. İstanbul yeni havalimanından  16 saatlik bir yolculuk bizi bekliyordu. 6 saatlik bir uçuşun sonunda Etiyopya’ya vardık. 4 saatlik bir beklemenin ardından 6 saatlik bir uçuş sonrasında Angola’nın Luanda şehrine iniş yaptık. Havaalanında bizleri Angolalı iş partnerlerimiz karşıladı. Ülkelerinde turizmin misafirperverliğine hazır olduklarından bahsettiler. Türkiye’nin turizm geçmişi ve başarıları dünyanın her yerinden hissediliyor ve biliniyordu. Bu başarılar da bizler için gurur verici bir olaydı. Bizlerde kendi ülkelerinin turizm kaynaklarını merak ediyorduk. Gezilecek yerlerini merak ediyorduk. Nasıl bir destinasyona sahiplerdi? Restoranlarını, otelleri, kültür, yaşam ve eğlence yerleri, para birimleri, Dolar -Euro kurları gibi birçok soru ile sohbetimiz otele varıncaya kadar devam etti. Yolculuk esnasında bir taraftan sohbet ederken bir taraftan da şehrin sokaklarını gözlemliyordum. İnsanları inceliyor, çok net bir doğal yaşam görüntüsünün samimiyeti ve sıcaklığıyla büyüleniyordum. Düşünsenize Afrika denince hep belgeseller gelir insanların aklına ama aslında burası tam da belgesellerin yaşandığı gerçek yaşam alanları. İnsanlar, tüm belgesellerde gördüğümüz vahşi yaşamın içinde, birlikte ve bütün… Burası tüm Luandalı insanların yaşam alanı! Yaşamın vahşi doğa ile iç içe olması ve tüm bunları bir ekran karşısında değil de canlı canlı görmek içimde inanılmaz bir heyecan yarattı. Ülkeyi daha da tanımak ve içselleştirmek inanılmaz bir isteğe dönüştü. Otele geldiğimizde bizleri güler yüzlü bir resepsiyonist karşıladı ve “Angola Luanda’ya hoş geldiniz sayın sinyor” dedi. Sıcak bir karşılamanın ardından odalarımıza yerleştirildik. Otel İstanbul’da veya Antalya’da sahip olduğumuz otel ve otel odaları gibi değildi. Fakat gelişmeye ve yeniliklere hazır bir ülke olan Angola ve bu amaçla burada olan ekibimiz işte bu noktada buradaydı ve Angola rüyası o gece tüm bu izlenimlerle başladı. Kendi kendime şunu düşündüm; incelediğin ve gördüğün her yeri nasıl hayal ediyor ve nasıl görüyorsan onu gör ve yaşa… Sabahın ilk ışıkları ve bu düşünceler ile Angola’daki ilk günümüze uyandık. Ekipçe kahvelerimizi yudumlarken iş planlarını yapıyor, bir yanda da nefis Portekiz tatlısını yiyorduk. Sabah kahvaltılarımız tatlı ve meyve dolu geçecek gibi duruyordu! Ama olsun Angola kültürünü ve yaşamını içselleştirme isteğim işte bu farklı kahvaltı tarzıyla başlamış oldu. Yeni destinasyondan keyif almak ve model oluşturmak için iyi bir fırsattı. Ekip ile birlikte planlarımızı hazırladık, görülmesi gereken yerler listesi çıkarttık. Liste bayağı kabarıktı. İlk önce doğa ve doğal yaşam ile başlamak istedik. Tarihi ve doğalı görüp sonra şehir merkezlerine, gece eğlencelerine, otellerine, sahillerine, restoranlarına gitmeyi bu sıralamayla uygun gördük. Ben buna hayatın gelişim sırası diyorum. Turizm de bence bu çok önemli. Bir yaşamı incelemek için önce tarihi gelişimi ve kültürünü incelemenin turistlere çok keyif ve bilgi verdiğine inanıyorum. Bu şekilde hazırladığımız gezi planının ilk durağı Cuanza Nehri oldu. Çünkü Portekizliler bu nehir sayesinde Angola’ya karşı savaş kazanmış ve böylelikle uzun yıllar Portekiz krallığı hüküm sürmüştü. Nehrin ülke içinde büyük bir öneme sahip olması para birimlerinin adını da Cuanza yapmıştı. Nehir tam bir zenginlik simgesi ve halkın en büyük geçim kaynağı. Geçim kaynağı denildiğinde herkesin aklına balıkçılık geliyor ama değildi. Nehirden topladıkları değerli kabuklar, sedefler ve incilerdi ve nehirde aynı zamanda timsahlar hüküm sürmekte idi. Dolayısı ile halk çok zor şartlar altında bu değerli sedefleri ve incileri topluyorlardı. Nehir 965 km uzunluğunda ve Atlantik Okyanusu’na dökülüyor. Bu bilgiler ile otelden bizi alan safari araçları ile nehre doğru yola çıktık. Yolda giderken şehirden uzak kırsal bölgelerden geçtik ve daha çok köy hayatını anımsatan yerler gördük. Domuz yavruları ile oynayan çocuklar, çamaşır yıkayan kadınlar sırtlarında çocukları ile geziyorlardı. Harika bir yaşam belgeseli hissiyatı veriyordu. Yol boyunca timsahları canlı görme merakım beni heyecanlandırıyordu. Cuanza Nehri’nin tam da denize döküldüğü yere geldiğimizde güzel, ufak bir tesise ulaştık, muhteşem bir ortam vardı. Tesiste harika bir açık büfe kahvaltı vardı. Sabah kahve ve meyveden sonra bu lezzetli kahvaltı bizi mutlu etmişti. Cuanza Nehri’nde bot turumuz başladı, nehrin tam 40 km alanını gezdik. Maymunları ve yerli halkı gördük ama şansımıza timsahlara rastlayamadık. Tabi bizler bu arada turların ve gezilerin nasıl olması gerektiği ile ilgili notlar alıyor, fotoğraflar çekiyorduk. Fotoğraflara dikkat ettiğimde o kadar güzel bir manzara vardı ki, tüm Angola süresince gördüğümüz yerlerden çıkan kareler sanki bir fotoğraf sergisi açılabilir güzellikte idi. Nehirdeki 2 saatlik bot turumuz bitince kurt gibi acıkmıştık. Tam da iskeleye yanaşacaktık bir balıkçı kayığı gördük, oltasına bir balık takılmış ve var gücü ile asılıyordu. Tuttuğu balığı kayığa çıkardı. İnanılmaz büyük bir balıktı. Tur yetkilileri ile konuştuğumuzda 30 yakın balık çeşidi olduğunu söylediler. Tuttukları bu büyük balıklardan hatta bir albüm yapmışlar ve fotoğraflar muhteşemdi. Öğle yemeğinde bizi orfoz balığı bekliyordu, harika karidesler ve deniz canlıları ile öğlen yemeğimizi yedik. Ardından da Kissama National Parkı’na doğru yola çıktık. Hayvanların doğal yaşamlarını görecek ve fotoğraflayacaktık. Park, 9 bin 960 kilometrekarelik bir alanı kaplamakta ve Angola’daki en büyük milli parklardan biriydi. Aynı zamanda batıda Atlantik Okyanusu ile sınırlı120 km'den fazla kıyı şeridi bulunmakta. Kuzeyde Cuanza Nehri ve güney sınırında Longa Nehri yer almakta. Park, alçak rakımlı alanda olmasından dolayı Cuanza Nehri için büyük bir taşkın ovası niteliğindeydi. Parktaki vahşi hayvanların nüfusu, iç savaşlar, kaçak avlanma ve park alanındaki insan faaliyetlerinin artması nedeniyle yıllar içinde azaldığını öğrendik. Yine de zürafalar ile selfie çekebilmek için yarışıyorduk. Safari arabalarında sessiz ve meraklı bir şekilde dolaşıyorduk. Her an bir vahşi hayvan ile karşılaşabilmek çok heyecanlıydı. 4-5 saatlik bir gezi esnasında bu vahşi hayvanlara yakın durmak inanılmaz bir duygu. Kesinlikle Kissama’ya gelmelisiniz. Bu turun sonunda parkın en yüksek tepesinden nehri izlemek ve soğuk bir şeyler içmek ise turun en mutlu sonuydu. Ertesi gün ki yolculuğumuz Namibe olacaktı. Otele dönerken buralara tüm dünyanın ilgi göstermesi gerektiğini düşündüm. Turist olarak geldiğinizde hiç de pişman olmayacağınız macera dolu bir tatil fırsatı Angola bence. Otelde akşam yemeğimizi yedikten sonra geziyi konuşmak üzere İlyada semtinde bulunan D-Cigares isimli puro kafeye gittik. Bir oda dolusu purolar vardı. Hangisini içmem gerektiği konusunda gerçekten hayrete düştüm. Ama bence bu güzel kafe de hepsi güzel ve ilgi çekiciydi. Günü puro içerek bitirmekte ayrı bir güzellikti… İkinci güne gün ışımadan kalkmıştık, Luanda’dan Namibe’ye gitmek için havaalanına doğru yola çıktık. 1 saatlik uçak yolculuğundan sonra safari araçları ile uçsuz bucaksız bir çölün ortasında, bir grup araç ile ilerliyorduk. Yine bir merak ve heyecan kapladı içimizi çünkü yerli halk ile tanışacaktık. Çöl ile denizin bir arada olduğu bir yerdi Namibe. Yeşil alanı çok az, yine bir vahşi yaşam vardı bu topraklarda. Bu yaşama ayak uyduran ve yaşayan insanlar beni inanılmaz şekilde büyülüyordu. Bu yaşam insanoğlunun başarısının bir kanıtıydı. Yerli halkın başka dil ile konuştuğunu duydum, Portekizce değildi. Öğrendik ki Angola’da yerli halkların dilleri farklıymış ve 27 ayrı dil mevcutmuş çok ilgi çekici bir durum benim için. Bu kadar farklı dil varken, bu kadar insan 27 yıl bir tek şey için nasıl mücadele etti? Yarım milyon insanı kaybettiler. Etkileyici olan ise özgürlük için dillerinin farklı olması değil. Bunları düşünürken çölde ilerlemeye devam ettik ve uçsuz bucaksız bir sahile geldik o kadar bakirdi ki her şey, sanki dünya yeni kurulmuş ve bizler de ilk insanlarız gibi hissettik. Tabi gidilen yer çöl olunca kahvaltımızı aperatif yapmıştık. Küçük bir sahil kasabasında bir restoranda öğle yemeği yedik ve sonra çölde ilerlemeye devam ettik. Angola turizm bakanının doğduğu ve yaşadığı köyüne gittik. Akşam yemeği için köyden ayrıldık bir restorana gittik. Yemek sonrası tekrar havaalanına geri döndük Luanda’ya dönerken, ‘her insanın hayatında bir kerede olsa çölün ortasında olması lazım’ dedim kendi kendime. Üçüncü gün ise otelde personel ile arkadaş olmuştuk ve mutfağa girmek için izin istedim. Otel müdürü ‘neden olmasın’ dedi. Tüm ekip gerçekten menemeni çok özlemiştik. Otelin şefi bir Fransız’dı omlet Fransızlar için çok önemlidir. Bende Türklerin en sevdiği omletin menemen olduğundan bahsettim. Beraber menemen yaptık. Tüm ekip o gün mutlu oldu. Şef ise bu omleti kesin menüme koyacağım dedi. Bir sonra ki yazımda diğer yolculuğumuz golf turnuvasının yapılacağı Mangaj’dı…  

Dünya Turizm Forumu’nun bu yılki etkinliği Afrika ülkesi olan Angola’da yapılacağı belirlendiğinde, tüm ekip ülkeyi araştırmaya başladık. Dili Portekizce olan ve uzun yıllar savaş yaşamış, yer altı kaynakları ve doğal güzellikleri ile Afrika’da yükselmeye başlamış bir ülke olduğunu gördük. Turizminde baş göstermesi ile yeni yatırımlar ve kaynakların gerekliği söz konusu olmuş.

Tüm bunların dışında asıl bahsetmek istediğim, aslında geçmişi geleceği değil orada ki yaşadıklarım ve gördüklerim. Dünya Turizm Forumu’nun etkinliğini yapmak üzere İstanbul’dan 30 kişilik bir ekip ile yola çıktık herkes heyecanlıydı ve ülke hakkında konuşmaya başladık. Tüm ekip ilk defa hiç tanıtılmayan bir ülkeye; Angola’ya gidiyorduk. İstanbul yeni havalimanından  16 saatlik bir yolculuk bizi bekliyordu. 6 saatlik bir uçuşun sonunda Etiyopya’ya vardık. 4 saatlik bir beklemenin ardından 6 saatlik bir uçuş sonrasında Angola’nın Luanda şehrine iniş yaptık. Havaalanında bizleri Angolalı iş partnerlerimiz karşıladı. Ülkelerinde turizmin misafirperverliğine hazır olduklarından bahsettiler. Türkiye’nin turizm geçmişi ve başarıları dünyanın her yerinden hissediliyor ve biliniyordu.

Bu başarılar da bizler için gurur verici bir olaydı. Bizlerde kendi ülkelerinin turizm kaynaklarını merak ediyorduk. Gezilecek yerlerini merak ediyorduk. Nasıl bir destinasyona sahiplerdi? Restoranlarını, otelleri, kültür, yaşam ve eğlence yerleri, para birimleri, Dolar -Euro kurları gibi birçok soru ile sohbetimiz otele varıncaya kadar devam etti. Yolculuk esnasında bir taraftan sohbet ederken bir taraftan da şehrin sokaklarını gözlemliyordum. İnsanları inceliyor, çok net bir doğal yaşam görüntüsünün samimiyeti ve sıcaklığıyla büyüleniyordum.
Düşünsenize Afrika denince hep belgeseller gelir insanların aklına ama aslında burası tam da belgesellerin yaşandığı gerçek yaşam alanları. İnsanlar, tüm belgesellerde gördüğümüz vahşi yaşamın içinde, birlikte ve bütün… Burası tüm Luandalı insanların yaşam alanı! Yaşamın vahşi doğa ile iç içe olması ve tüm bunları bir ekran karşısında değil de canlı canlı görmek içimde inanılmaz bir heyecan yarattı. Ülkeyi daha da tanımak ve içselleştirmek inanılmaz bir isteğe dönüştü. Otele geldiğimizde bizleri güler yüzlü bir resepsiyonist karşıladı ve “Angola Luanda’ya hoş geldiniz sayın sinyor” dedi. Sıcak bir karşılamanın ardından odalarımıza yerleştirildik. Otel İstanbul’da veya Antalya’da sahip olduğumuz otel ve otel odaları gibi değildi. Fakat gelişmeye ve yeniliklere hazır bir ülke olan Angola ve bu amaçla burada olan ekibimiz işte bu noktada buradaydı ve Angola rüyası o gece tüm bu izlenimlerle başladı.

Kendi kendime şunu düşündüm; incelediğin ve gördüğün her yeri nasıl hayal ediyor ve nasıl görüyorsan onu gör ve yaşa… Sabahın ilk ışıkları ve bu düşünceler ile Angola’daki ilk günümüze uyandık. Ekipçe kahvelerimizi yudumlarken iş planlarını yapıyor, bir yanda da nefis Portekiz tatlısını yiyorduk. Sabah kahvaltılarımız tatlı ve meyve dolu geçecek gibi duruyordu! Ama olsun Angola kültürünü ve yaşamını içselleştirme isteğim işte bu farklı kahvaltı tarzıyla başlamış oldu. Yeni destinasyondan keyif almak ve model oluşturmak için iyi bir fırsattı.
Ekip ile birlikte planlarımızı hazırladık, görülmesi gereken yerler listesi çıkarttık. Liste bayağı kabarıktı. İlk önce doğa ve doğal yaşam ile başlamak istedik. Tarihi ve doğalı görüp sonra şehir merkezlerine, gece eğlencelerine, otellerine, sahillerine, restoranlarına gitmeyi bu sıralamayla uygun gördük. Ben buna hayatın gelişim sırası diyorum. Turizm de bence bu çok önemli. Bir yaşamı incelemek için önce tarihi gelişimi ve kültürünü incelemenin turistlere çok keyif ve bilgi verdiğine inanıyorum. Bu şekilde hazırladığımız gezi planının ilk durağı Cuanza Nehri oldu. Çünkü Portekizliler bu nehir sayesinde Angola’ya karşı savaş kazanmış ve böylelikle uzun yıllar Portekiz krallığı hüküm sürmüştü. Nehrin ülke içinde büyük bir öneme sahip olması para birimlerinin adını da Cuanza yapmıştı. Nehir tam bir zenginlik simgesi ve halkın en büyük geçim kaynağı. Geçim kaynağı denildiğinde herkesin aklına balıkçılık geliyor ama değildi. Nehirden topladıkları değerli kabuklar, sedefler ve incilerdi ve nehirde aynı zamanda timsahlar hüküm sürmekte idi. Dolayısı ile halk çok zor şartlar altında bu değerli sedefleri ve incileri topluyorlardı. Nehir 965 km uzunluğunda ve Atlantik Okyanusu’na dökülüyor. Bu bilgiler ile otelden bizi alan safari araçları ile nehre doğru yola çıktık. Yolda giderken şehirden uzak kırsal bölgelerden geçtik ve daha çok köy hayatını anımsatan yerler gördük. Domuz yavruları ile oynayan çocuklar, çamaşır yıkayan kadınlar sırtlarında çocukları ile geziyorlardı. Harika bir yaşam belgeseli hissiyatı veriyordu.

Yol boyunca timsahları canlı görme merakım beni heyecanlandırıyordu. Cuanza Nehri’nin tam da denize döküldüğü yere geldiğimizde güzel, ufak bir tesise ulaştık, muhteşem bir ortam vardı. Tesiste harika bir açık büfe kahvaltı vardı. Sabah kahve ve meyveden sonra bu lezzetli kahvaltı bizi mutlu etmişti. Cuanza Nehri’nde bot turumuz başladı, nehrin tam 40 km alanını gezdik. Maymunları ve yerli halkı gördük ama şansımıza timsahlara rastlayamadık. Tabi bizler bu arada turların ve gezilerin nasıl olması gerektiği ile ilgili notlar alıyor, fotoğraflar çekiyorduk. Fotoğraflara dikkat ettiğimde o kadar güzel bir manzara vardı ki, tüm Angola süresince gördüğümüz yerlerden çıkan kareler sanki bir fotoğraf sergisi açılabilir güzellikte idi. Nehirdeki 2 saatlik bot turumuz bitince kurt gibi acıkmıştık. Tam da iskeleye yanaşacaktık bir balıkçı kayığı gördük, oltasına bir balık takılmış ve var gücü ile asılıyordu. Tuttuğu balığı kayığa çıkardı. İnanılmaz büyük bir balıktı. Tur yetkilileri ile konuştuğumuzda 30 yakın balık çeşidi olduğunu söylediler. Tuttukları bu büyük balıklardan hatta bir albüm yapmışlar ve fotoğraflar muhteşemdi. Öğle yemeğinde bizi orfoz balığı bekliyordu, harika karidesler ve deniz canlıları ile öğlen yemeğimizi yedik.

Ardından da Kissama National Parkı’na doğru yola çıktık. Hayvanların doğal yaşamlarını görecek ve fotoğraflayacaktık. Park, 9 bin 960 kilometrekarelik bir alanı kaplamakta ve Angola’daki en büyük milli parklardan biriydi. Aynı zamanda batıda Atlantik Okyanusu ile sınırlı120 km'den fazla kıyı şeridi bulunmakta. Kuzeyde Cuanza Nehri ve güney sınırında Longa Nehri yer almakta. Park, alçak rakımlı alanda olmasından dolayı Cuanza Nehri için büyük bir taşkın ovası niteliğindeydi. Parktaki vahşi hayvanların nüfusu, iç savaşlar, kaçak avlanma ve park alanındaki insan faaliyetlerinin artması nedeniyle yıllar içinde azaldığını öğrendik. Yine de zürafalar ile selfie çekebilmek için yarışıyorduk. Safari arabalarında sessiz ve meraklı bir şekilde dolaşıyorduk. Her an bir vahşi hayvan ile karşılaşabilmek çok heyecanlıydı. 4-5 saatlik bir gezi esnasında bu vahşi hayvanlara yakın durmak inanılmaz bir duygu. Kesinlikle Kissama’ya gelmelisiniz. Bu turun sonunda parkın en yüksek tepesinden nehri izlemek ve soğuk bir şeyler içmek ise turun en mutlu sonuydu.

Ertesi gün ki yolculuğumuz Namibe olacaktı. Otele dönerken buralara tüm dünyanın ilgi göstermesi gerektiğini düşündüm. Turist olarak geldiğinizde hiç de pişman olmayacağınız macera dolu bir tatil fırsatı Angola bence. Otelde akşam yemeğimizi yedikten sonra geziyi konuşmak üzere İlyada semtinde bulunan D-Cigares isimli puro kafeye gittik. Bir oda dolusu purolar vardı. Hangisini içmem gerektiği konusunda gerçekten hayrete düştüm. Ama bence bu güzel kafe de hepsi güzel ve ilgi çekiciydi. Günü puro içerek bitirmekte ayrı bir güzellikti…

İkinci güne gün ışımadan kalkmıştık, Luanda’dan Namibe’ye gitmek için havaalanına doğru yola çıktık. 1 saatlik uçak yolculuğundan sonra safari araçları ile uçsuz bucaksız bir çölün ortasında, bir grup araç ile ilerliyorduk. Yine bir merak ve heyecan kapladı içimizi çünkü yerli halk ile tanışacaktık. Çöl ile denizin bir arada olduğu bir yerdi Namibe. Yeşil alanı çok az, yine bir vahşi yaşam vardı bu topraklarda. Bu yaşama ayak uyduran ve yaşayan insanlar beni inanılmaz şekilde büyülüyordu. Bu yaşam insanoğlunun başarısının bir kanıtıydı. Yerli halkın başka dil ile konuştuğunu duydum, Portekizce değildi. Öğrendik ki Angola’da yerli halkların dilleri farklıymış ve 27 ayrı dil mevcutmuş çok ilgi çekici bir durum benim için. Bu kadar farklı dil varken, bu kadar insan 27 yıl bir tek şey için nasıl mücadele etti? Yarım milyon insanı kaybettiler. Etkileyici olan ise özgürlük için dillerinin farklı olması değil. Bunları düşünürken çölde ilerlemeye devam ettik ve uçsuz bucaksız bir sahile geldik o kadar bakirdi ki her şey, sanki dünya yeni kurulmuş ve bizler de ilk insanlarız gibi hissettik. Tabi gidilen yer çöl olunca kahvaltımızı aperatif yapmıştık. Küçük bir sahil kasabasında bir restoranda öğle yemeği yedik ve sonra çölde ilerlemeye devam ettik. Angola turizm bakanının doğduğu ve yaşadığı köyüne gittik. Akşam yemeği için köyden ayrıldık bir restorana gittik. Yemek sonrası tekrar havaalanına geri döndük Luanda’ya dönerken, ‘her insanın hayatında bir kerede olsa çölün ortasında olması lazım’ dedim kendi kendime.

Üçüncü gün ise otelde personel ile arkadaş olmuştuk ve mutfağa girmek için izin istedim. Otel müdürü ‘neden olmasın’ dedi. Tüm ekip gerçekten menemeni çok özlemiştik. Otelin şefi bir Fransız’dı omlet Fransızlar için çok önemlidir. Bende Türklerin en sevdiği omletin menemen olduğundan bahsettim. Beraber menemen yaptık. Tüm ekip o gün mutlu oldu. Şef ise bu omleti kesin menüme koyacağım dedi. Bir sonra ki yazımda diğer yolculuğumuz golf turnuvasının yapılacağı Mangaj’dı…

 

Habere ifade bırak !
Habere ait etiket tanımlanmamış.
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve haberimizvar.net sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.