Kafka’nın melankolisi

KÜLTÜR 13.06.2021 - 15:20, Güncelleme: 13.06.2021 - 15:20
 

Kafka’nın melankolisi

Bugünlerde melankoli hâkim havaya, mevsim geçişlerinden mi yoksa insanın içindeki o kara delikler gitgide büyüyor mu bilmiyorum, herkeste bir karamsarlık hali, keyifsizlik gözle görülür bir şekilde karşımızda insan siluetinde duruyor. Melankolik ruh hali kimi insana oturup bir şeyler üretmeye iterken, bazı insanlarda ise hayattan vazgeçme, boş verme olarak tecelli ediyor. Üretenler ya yazar olarak karşımıza çıkıyor ya da şair…

Bugünlerde melankoli hâkim havaya, mevsim geçişlerinden mi yoksa insanın içindeki o kara delikler gitgide büyüyor mu bilmiyorum, herkeste bir karamsarlık hali, keyifsizlik gözle görülür bir şekilde karşımızda insan siluetinde duruyor. Melankolik ruh hali kimi insana oturup bir şeyler üretmeye iterken, bazı insanlarda ise hayattan vazgeçme, boş verme olarak tecelli ediyor. Üretenler ya yazar olarak karşımıza çıkıyor ya da şair… Geçenler de bir arkadaşım en çok sevdiğin yazarlar hangileri diye sordu düşünmeden saymaya başladım; Oğuz Atay, Kafka, Sabahattin Ali, Dostoyevski, Zweig, Jack London, Yusuf Atılgan, Sylvia Plath, John Fanta, Haruki Murakami… diye devam ederken dur yahu bunların hepsi melankolik yazarlar ortak noktaları bu diye karşılık verince evet ben hep melankoliği sevdim, Kafka gibi yaşadık bu hayatı sözleri döküldü dilimden ve Kafka’nın şu sözleri geldi aklıma ;  “Güzel bir yarayla geldim dünyaya, varım yoğum buydu” Hayat hep böyle hissettirdi bana, sebebini fazla insan bilmez ama…  Kafka gibi hayata yenik başlama fikri hep bir yerlerde taze kaldı ve hiçbir zaman yaşlanmadı. Ben Kafka’nın melankolisini hep hayranlıkla izledim, ‘Dönüşüm’ kitabındaki o hayal gücü kendisini bir böcekmiş gibi hissettiren insanların hiçbir şey olmamış gibi hayatlarına devam etmesi, ’Milena’ya Mektuplar’ eserindeki çaresizliği, tıkanmışlığı, gitmek isteyip gidememe duygusunun ruhunda açtığı yaralar ,’ Babaya Mektup’ kitabında babasına olan nefreti ve babası tarafından bir türlü kabul görmemesi, görüntüsünün hep bir kusurmuş gibi suratına vurulması ve sürekli hasta olması Kafka’yı yalnızlığa itmiş ve bütün yaşadıklarının ona şunu söyletmesi ne kadar can yakıcı; İnsan kendi çukurunu ne kadar derin kazarsa, sessizlik o kadar büyür.” Kafka artık vazgeçmiştir insanlardan onlarla savaşmayı bir kenara koymuş ve kendi iç dünyasına yönelmiştir bunu da şöyle açıklar Kafka; Çok yalnız olmam gerekiyor. Tüm başarılarım, salt yalnızlığımın ürünüdür.” Çağdaşları tarafından ‘Yüzü Hiç Gülmeyen Bir Yalnız Adam’ diye bahsedilir ondan ve bu garipsenen haliyle karamsarlığın ve melankolinin en derin hali anlamında ‘Kafkaesque’ kelimesini katmıştır İngiliz diline, bir dile bir kelime katmak için o duyguyu nasıl yaşadığını düşünmemiz gerekiyor bu nokta bu değerli şahsiyetin, içindeki fırtınanın ne kadar derin olduğu anlamak için Kafka’nın hayatını bir bütün olarak ele almak gerekiyor. Franz Kafka hayatının merkezine edebiyatı koyar. Edebiyatının önüne geçen tüm ilgileri, işleri, durumları reddeder. Evliliğe, akrabalara, ikili ilişkilere, aile ritüellerine mesafe koyar: “Edebiyatla ilişkisiz her şeyden nefret ediyorum. Onunla bununla konuşmak sıkıyor beni. Onunla bununla dolaşmak sıkıyor beni. Akrabaların acı ve sevinçleri ruhumun derinliklerine kadar beni sıkıntıya boğuyor. Konuşmalar, düşündüğüm her şeyin önemini, ciddiliğini ve gerçekliğini silip götürüyor. Bağlanmaktan, karşı tarafa akıştan korku. Çünkü o zaman asla yalnız kalamayacağım demektir.” Çünkü düşündüğü her şeyi ancak yalnızlıkta başarabilecektir. Bu anlamda onu edebiyattan uzaklaştıran her şey yıkıma götürecektir. Kafka’nın hayatında sürekli bir belirsizlik, hiç bitmeyen bir karmaşa hâkim olmuştur her zaman bunu yazdıklarında, yaşadıklarında her zaman görebiliyoruz bu da onun eserlerinin merkezinde bir yabancılaşmaya sebep olmaktadır. İnsanın topluma hatta kendine yabancılaşması kitaplarındaki temel konu olmuştur. Ondaki yabancılaşma biraz da kendi hayatının bir yansımasıdır. Kafka Almanca konuşur, milliyet olarak Yahudi’dir, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu içerisindeki Çekoslovakya’da yaşar. Yani yabancılaşma, köksüzlük ve yalnızlık için her şey hazırdır. Kendi adamı Kafka’yı bu kadar yakın bulma sebebim şu cümleyle özetlenebilir; Ben bütün dünyaya kırgınım ve bu kırgınlık hiçbir zaman son bulmayacak, o sevdiği kadına bile bu durumunu şu sözlerle dile getiriyor Ve öyle görünüyor ki biz aynı şeyleri yazıp duruyoruz. Ben hasta olup olmadığını soruyorum, sonra sen bunun hakkında yazıyorsun, ölmek istiyorum, sen de istiyorsun, pul istiyorum ve sonra sen de pul istiyorsun, bazen küçük bir çocuk gibi senin omuzlarında ağlamak istiyorum ve sonra sen de küçük bir kız gibi benim omuzlarımda ağlamak istiyorsun. Ve bazen, on kere, bin kere ve hep seninle birlikte olmak istiyorum ve sen de aynı şeyleri söylüyorsun. Yeter, yeter. Son söz olarak Milena’ya şöyle diyor; Seni hiç görmesem bile, sen benimsin.  Kafka’nın kendisi ile olan kavgası son nefesine kadar hiç bitmedi, hep bir hüzün onun ruhuna hâkim oldu, yazdığı onca eseri en yakın dostu Max Brod’a yak dedi fakat o eserleri yakmayarak günümüze kadar ulaştırdı Max Brod ona da minnetimi dile getirmek isterim. İyi ki Kafka var ve etrafımızda Kafka gibi anlaşılmadan dünyayı terk ederek gidecek insanlar çok onların değerini bilmek gerekiyor diye düşünüyorum. Bizimde gönlümüzde bir Kafka yatar yeni değişmez. Onunla oturup sohbet etmek için birçok şeyi feda edebilirdim fikri hep sıcak kalacak zihnimde ve benim ona olan özlemim hiçbir zaman son bulmayacak. Özlem ve minnetle hüznün ve melankolinin efendisi… Evet, bizde senin kadar yalnızız, Franz Kafka kadar yalnız…
Bugünlerde melankoli hâkim havaya, mevsim geçişlerinden mi yoksa insanın içindeki o kara delikler gitgide büyüyor mu bilmiyorum, herkeste bir karamsarlık hali, keyifsizlik gözle görülür bir şekilde karşımızda insan siluetinde duruyor. Melankolik ruh hali kimi insana oturup bir şeyler üretmeye iterken, bazı insanlarda ise hayattan vazgeçme, boş verme olarak tecelli ediyor. Üretenler ya yazar olarak karşımıza çıkıyor ya da şair…

Bugünlerde melankoli hâkim havaya, mevsim geçişlerinden mi yoksa insanın içindeki o kara delikler gitgide büyüyor mu bilmiyorum, herkeste bir karamsarlık hali, keyifsizlik gözle görülür bir şekilde karşımızda insan siluetinde duruyor. Melankolik ruh hali kimi insana oturup bir şeyler üretmeye iterken, bazı insanlarda ise hayattan vazgeçme, boş verme olarak tecelli ediyor. Üretenler ya yazar olarak karşımıza çıkıyor ya da şair…

Geçenler de bir arkadaşım en çok sevdiğin yazarlar hangileri diye sordu düşünmeden saymaya başladım; Oğuz Atay, Kafka, Sabahattin Ali, Dostoyevski, Zweig, Jack London, Yusuf Atılgan, Sylvia Plath, John Fanta, Haruki Murakami… diye devam ederken dur yahu bunların hepsi melankolik yazarlar ortak noktaları bu diye karşılık verince evet ben hep melankoliği sevdim, Kafka gibi yaşadık bu hayatı sözleri döküldü dilimden ve Kafka’nın şu sözleri geldi aklıma ;  “Güzel bir yarayla geldim dünyaya, varım yoğum buydu” Hayat hep böyle hissettirdi bana, sebebini fazla insan bilmez ama…   Kafka gibi hayata yenik başlama fikri hep bir yerlerde taze kaldı ve hiçbir zaman yaşlanmadı.
Ben Kafka’nın melankolisini hep hayranlıkla izledim, ‘Dönüşüm’ kitabındaki o hayal gücü kendisini bir böcekmiş gibi hissettiren insanların hiçbir şey olmamış gibi hayatlarına devam etmesi, ’Milena’ya Mektuplar’ eserindeki çaresizliği, tıkanmışlığı, gitmek isteyip gidememe duygusunun ruhunda açtığı yaralar ,’ Babaya Mektup’ kitabında babasına olan nefreti ve babası tarafından bir türlü kabul görmemesi, görüntüsünün hep bir kusurmuş gibi suratına vurulması ve sürekli hasta olması Kafka’yı yalnızlığa itmiş ve bütün yaşadıklarının ona şunu söyletmesi ne kadar can yakıcı; İnsan kendi çukurunu ne kadar derin kazarsa, sessizlik o kadar büyür.”  Kafka artık vazgeçmiştir insanlardan onlarla savaşmayı bir kenara koymuş ve kendi iç dünyasına yönelmiştir bunu da şöyle açıklar Kafka; Çok yalnız olmam gerekiyor. Tüm başarılarım, salt yalnızlığımın ürünüdür.” Çağdaşları tarafından ‘Yüzü Hiç Gülmeyen Bir Yalnız Adam’ diye bahsedilir ondan ve bu garipsenen haliyle karamsarlığın ve melankolinin en derin hali anlamında ‘Kafkaesque’ kelimesini katmıştır İngiliz diline, bir dile bir kelime katmak için o duyguyu nasıl yaşadığını düşünmemiz gerekiyor bu nokta bu değerli şahsiyetin, içindeki fırtınanın ne kadar derin olduğu anlamak için Kafka’nın hayatını bir bütün olarak ele almak gerekiyor.
Franz Kafka hayatının merkezine edebiyatı koyar. Edebiyatının önüne geçen tüm ilgileri, işleri, durumları reddeder. Evliliğe, akrabalara, ikili ilişkilere, aile ritüellerine mesafe koyar: “Edebiyatla ilişkisiz her şeyden nefret ediyorum. Onunla bununla konuşmak sıkıyor beni. Onunla bununla dolaşmak sıkıyor beni. Akrabaların acı ve sevinçleri ruhumun derinliklerine kadar beni sıkıntıya boğuyor. Konuşmalar, düşündüğüm her şeyin önemini, ciddiliğini ve gerçekliğini silip götürüyor. Bağlanmaktan, karşı tarafa akıştan korku. Çünkü o zaman asla yalnız kalamayacağım demektir.” Çünkü düşündüğü her şeyi ancak yalnızlıkta başarabilecektir. Bu anlamda onu edebiyattan uzaklaştıran her şey yıkıma götürecektir.
Kafka’nın hayatında sürekli bir belirsizlik, hiç bitmeyen bir karmaşa hâkim olmuştur her zaman bunu yazdıklarında, yaşadıklarında her zaman görebiliyoruz bu da onun eserlerinin merkezinde bir yabancılaşmaya sebep olmaktadır. İnsanın topluma hatta kendine yabancılaşması kitaplarındaki temel konu olmuştur. Ondaki yabancılaşma biraz da kendi hayatının bir yansımasıdır. Kafka Almanca konuşur, milliyet olarak Yahudi’dir, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu içerisindeki Çekoslovakya’da yaşar. Yani yabancılaşma, köksüzlük ve yalnızlık için her şey hazırdır. Kendi adamı Kafka’yı bu kadar yakın bulma sebebim şu cümleyle özetlenebilir; Ben bütün dünyaya kırgınım ve bu kırgınlık hiçbir zaman son bulmayacak, o sevdiği kadına bile bu durumunu şu sözlerle dile getiriyor Ve öyle görünüyor ki biz aynı şeyleri yazıp duruyoruz. Ben hasta olup olmadığını soruyorum, sonra sen bunun hakkında yazıyorsun, ölmek istiyorum, sen de istiyorsun, pul istiyorum ve sonra sen de pul istiyorsun, bazen küçük bir çocuk gibi senin omuzlarında ağlamak istiyorum ve sonra sen de küçük bir kız gibi benim omuzlarımda ağlamak istiyorsun. Ve bazen, on kere, bin kere ve hep seninle birlikte olmak istiyorum ve sen de aynı şeyleri söylüyorsun. Yeter, yeter. Son söz olarak Milena’ya şöyle diyor; Seni hiç görmesem bile, sen benimsin. 
Kafka’nın kendisi ile olan kavgası son nefesine kadar hiç bitmedi, hep bir hüzün onun ruhuna hâkim oldu, yazdığı onca eseri en yakın dostu Max Brod’a yak dedi fakat o eserleri yakmayarak günümüze kadar ulaştırdı Max Brod ona da minnetimi dile getirmek isterim. İyi ki Kafka var ve etrafımızda Kafka gibi anlaşılmadan dünyayı terk ederek gidecek insanlar çok onların değerini bilmek gerekiyor diye düşünüyorum. Bizimde gönlümüzde bir Kafka yatar yeni değişmez. Onunla oturup sohbet etmek için birçok şeyi feda edebilirdim fikri hep sıcak kalacak zihnimde ve benim ona olan özlemim hiçbir zaman son bulmayacak. Özlem ve minnetle hüznün ve melankolinin efendisi… Evet, bizde senin kadar yalnızız, Franz Kafka kadar yalnız…

Habere ifade bırak !
Habere ait etiket tanımlanmamış.
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve haberimizvar.net sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.