Ölülerle birlikte yaşıyoruz. En ölü hallerini hayatımızın ortasına fırlatanlarla birlikte yaşıyoruz. Öldüklerini fark etmeyenlerin ölümleri işgal ettikçe kokuyor, kirleniyor hayatımız. Ve öldüğünden habersiz olanların ölümleri, kentlerin en çıkmaz sokaklarına kadar yayılıp hayatı ağırlaştırıyor.
Gerçek ölüleri seviyorum. Onlar, bir iz ve bir söz bırakıp bize, hayatımızdan çekip gidiyorlar. Yarım kalan hikâyelerini bize armağan edip hiçbirimizin tam olarak bilmediği bir hikâyeye iltica ediyorlar. Oysa ölmeyen ölüler hayatımızın her anına müdahiller. Yarım kalan hikâyelerini tamamlayabilmek için hayatımızdan ve hikâyelerimizden çalıyorlar onlar. Hayatımıza bıraktıkları dayanılmaz ölü halleriyle, bizi zehirliyorlar. Ve en fenası da, bizde her şeyden ve herkesten çekip gitme duygusu uyandırıyorlar. Çekip gidemeyeceğimizi bile bile yapıyorlar bunu. Ölümleri hayatımıza siniyor.
Öldüklerini fark etmeyenler, bizim yaşadığımızı ve yaşamak arzusuyla dolu olduğumuzu da fark etmiyorlar. Onları yaşamaya davet eden sözlerimize kulak tıkayıp durmadan, ölüm sinmiş yaşamlarına çağırıyorlar bizi. Yaşıyorken ölmeyi kutsamamızı istiyorlar. Oysa insan yaşar ve ölür; ölmek için yaşamaz.
Ölmek için yaşayanlar, yaşamın bütün güzelliklerini atlayarak tüketirler ömrü. Oysa her güzellikte durmak, onları hayatımıza dâhil etmek gerek. “ne ölümden korkmak ayıp / ne de düşünmek ölümü” diyor şair. Evet, ölümü düşünmek de ölümden korkmak da ayıp değildir ama yaşamamak insanın kendine karşı en büyük ayıbıdır.